top of page

En yüksek potansiyeli ortaya çıkartabilmek?

  • Yazarın fotoğrafı: Hande G
    Hande G
  • 9 Kas 2020
  • 14 dakikada okunur

Birkaç gündür kafamda yazmayı planladığım bir konu var. Ama nedense bir türlü yazamadım. Şimdi gördüm ki, yazamamam gayet de normalmiş çünkü yazmayı planladığım şeyin konusu bu zaten. Ve gökyüzü bu konu ile ilgili bir enerji taşıyor ve ben de bu yüzden askıda kalmış gibi hissediyorum. Bunun altında yatan temeli anlatmaya çalışacağım, umarım..

Ve en son karar olarak, bildiğim ama dile dökemediğim şey için taa en temele kadar gitmem gerektiği. Gökyüzü de zaten bunu söylüyor.. çok uzun bir yazı olabilir…..


Yakın bir zaman içerisinde 200 yıllık bir döngüyü kapatacak olan büyük kavuşum olarak bilinen Jüpiter Satürn kavuşumu toprak elementinden çıkıp hava elementinde Kova burcunda birleşerek kavuşum yapacak. Hava çağının özellikle Kova burcunda başlaması ise tesadüf değil sanki. Çünkü 200 yıldır temeli bulunan var olan bir kalıp var toprak elementinde, ve şimdi devrimci bir burca hava elementinde de olarak geçerek aslında toprakta devrimin havada başlayacağını ifade ediyor. Öyle değil midir zaten?


Bir ev inşa edeceğin zaman, kumdan kale yapar gibi kafana estiği gibi yapamazsın. Bir projen olmalıdır. Bir modelin, taslağın olmalıdır. Hangi kalıpları, çizgileri, materyali, matematik ve fizik kanunlarını, kimyayı, tüm bilimsel çalışmaları yani, ve de belki evi tasarlarken estetiği, insan psikolojisine nasıl etki edeceğine, hangi yaşam alanlarına hitap edeceğine, hobilerinden tut yaşam rutinini etkilemesine kadar, rengine, yani yaşamda yaşayanlarla var olacak bir maddenin yaşayanlarla nasıl temasta olacağını tasarlamak bahsettiğim. Alt tarafı bir ev deyip geçme.. Toprağı, en katı maddeyi kullanarak yapacağın her şey, aslında bir fikrin canlanmasından ibaret. Ve belki de o yüzden diyebiliriz ki aslında elle tutulan her ne varsa, şehrinden, evine, masasından, halısına, sokağından heykeline, her şey bir fikir taslağının, modelinin, bir aklın, bir formun şeklin materyalize olarak görünmesi ve aslında fikrin canlanması. Yani bu şeylerin her birinin de aslında bir ruhu var. Ve onlar da yaşıyor. Yaşıyor diyorum, çünkü gerçekten de yaşam onlarla akıyor. Onlar aslında bizim beynimizin içinden geçenlerin, imgelerimizin, hayallerimizin, yaratıcı gücümüzün canlanmış, yaşam bulmuş halleri, var olabilme hali. Ve bizim bilincimizin yaşayan formları, ve de o bilincin ruhu var içlerinde. Ve de yaşam dediğimiz şeyi yani aslında bilincimizi, yani aslında ruhumuzu yaşamın içine nasıl yansıttığımız, ve de ruhumuzun nasıl canlandığının temsilcileri. Madde deyip geçme. Verdiğin her şekil, verdiğin her fayda, verdiğin her yaşama katış formu aslında bilincini ve de aslında sahip olduğun ruhunu ortaya koyuş şeklin, görünemeyen ruhunun parçalarının görünür olma haline çevrilmesi. Bedeninin dışında gördüğün yaşamın içindeki maddeyle teması aslında senin beden dediğin maddesel formunun yani bilincinin yani ruhunun aslında dışardaki yaşamın içindeki maddesel bedenlerin bilinçleri ve ruhları ile teması. Ve o formları biz insanlar yarattık kendi aklımızla. Kendi yaratma gücümüzle, bilinç seviyemizle, ruhu görünür edebilme seviyemizle. Bu da aslında demek oluyor ki içinde yaşadığın bu yaşamda gördüğün temasta olduğun her ne varsa aslında bilincimizin, ruhumuzun bizim idrak seviyesinden bilebilme gücümüzden yani farkındalık düzeyimizden yaşamda kendine var olabilme alanı bulabilmesi demek. Yani aslında sen yaşamın içinde yaşıyorsan bil ki sadece kendi farkındalığın içinde yaşıyorsun ve o farkındalık senin ruhunun o düzeyde senin tabirinle canlanabilme (görünebilme) seviyesi…


Geçenlerde ard arda iki yazı yazmıştım kabaca. Ama çok içimden gelerek hızlıca yazmıştım. Aslında bugünkü konunun bir parçasıymış. Şöyle şunun gibi bir şeylerdi:

Zihin sorarak yaşar ve onun en büyük dualite sınavı cevaplardır. Soruların cevaplarıyla ilgilenmez zaten görmekte de zorlanır, aslında onun tek derdi sormaktır, sormak yaşam formudur. Cevaplar ise gölgesi..


Beden cevaplayarak yaşar ve onun en büyük dualite sınavı sorulardır. Cevapların sorularıyla ilgilenmez zaten soruları da göremez, aslında onun tek derdi cevaplamaktır, cevaplamak yaşam formudur. Sorular ise gölgesi.


Ruh görerek bilerek yaşar ve onun en büyük dualite sınavı görünmemektir bilinmemektir. Onun tek derdi görmektir bilmektir, görmek bilmek yaşam formudur. Sorularını bildiği cevapları kendi fark etse de kendi nasıl fark edileceğini bunları nasıl göstereceğini bilmez. Görünmek bilinmek gölgesidir..


İnsan dualitede yaşar, kafası karışıktır. Bir yanı sorma derdinde sorularının içinde kaybolarak yaşarken, bir yanı sorusunu bile bilmediği onlarca karışık cevapların içinde kaybolarak yaşar, ve bir yanı ise karanlıkta bilinmeden uyur ve o yanının varlığının farkında bile değildir. Asıl bulması gerekeni unutup ve hatta bulması gerektiğini bile unutup diğer yanlarının karmaşasında yanlış arayışlara hapsolur. Farkında olmadan neyi aradığını göremeden bilemeden karanlıkta bir ışık görmek ve neyi aradığını bilmek için yaşar, yani ne olduğunu bilmediği bir şeyi bilmenin özlemiyle yaşar. Bir görse hatırlayacak ama bir türlü ne olduğunu bilemeden... Yani, aslında bildiğini unutmuştur, sanki yeni ve var olmamış bir şey keşfetmesi gerek zanneder durur. Oysa araması değil sadece kendine ait o bilen yanını hatırlaması gerekir.


Şimdi alakalı başka bir hikayeye geçelim. İnsanlar öldüğünde ruhları bedenden ayrılır diyoruz. Hatta hayalet kavramını hepimiz biliriz. Ölünce hayalet olarak var olma kavramını.

Şu an yaşıyorsun, varlığının birçok katmanda bedeni var. Görünen maddi kısmı, zihinsel bir yanı, ve farkında olmadığın senin görmediğin haberdar olamadığın soyut bir tarafı. Varlığının bütünlüğünden bihabersin. İçinde senin tabirinle yaşamda var olarak yaşayan bir hayalet var. Senin bilebildiğin varlığından bilemediğin en ücra soyut görünmeyen hayali noktalara uzanan yanların var. Varlığının büyüklüğünden bihaber iken bilebildiklerinde yaşamı yaşadığını zannederken, içinde varlığının fark edemediğin bir yanı da senle beraber aslında her şeye dahil sen ne kadar bilmesen de.

Yukarda da bahsetmiştim, yaşama bilebilme seviyenden bilincinden ruhundan yansıtabildiğin kadar olan senin gördüğün bir yaşam.

Şimdi bunlar olurken bir düşün…

Dikkat çekmek görünmek istiyorsun. Belki tonlarca fotoğraflar koyuyor ilgi çekmek için neler yapıyorsun. Bütün araçlarını kullanıyor her türlü dünyevi aracı kullanıyorsun. Sesli görsel temaslı her yolu deniyorsun. Belki tepki görüyorsun belki dikkat çekmiyorsun. Ve çekmek için her radikal yolu deniyorsun. Neden?

Fark edilmek istiyorsun. Görülmek istiyorsun. Ne zihnin ne bedenin, onlar aslında senin aracın. Soruların ve cevapların araçları. Tüm bu deneyimler neden? Çünkü görülmek istiyorsun. Çünkü senin en karanlık noktan, sınavın, dualite sınavın görülmemek fark edilmemek, gizli kalmak açığa çıkmamak. Tanımlanabilen bir varlığa gelmemek. Bu olmadığı sürece de hep eksik hissetmek..


Farkındalık farkındalık deyip duruyoruz. Bunu diyen zihnimiz. Zihin neyi fark etmek istiyor sence? Ne fark edilmek istiyorsa zihin onu fark etmek istiyor. Cevaplar: bedende. Yani görülmek fark edilmek bilinir olmak isteyen şey aslında görünen bilinen fark edilebilende gizli. Cevap görünende. Cevap gizli olanın açık olanda saklı olması. Çünkü fark edilebilmenin tek yolu fark edilebilenlerin kapısından geçmek ve fark edilebilenin içinden gizlice geçerek gözlere dokunmak. Belki dünyada bir hayalet gibi yaşamak.. Yaşamın içinde var iken fark edilmediğini hayal et. Sorgularsın, aidiyetini varlığını sorgularsın.. bir ortama girersin kapıyı açıp da. Bir kimse bile içeri girdiğini fark etmez. Fikrin vardır, paylaşabileceklerin vardır. Ama sesin çıkmaz, çünkü vermek isteyeceklerini alacak bir tane el bulamazsın. Biri bile çıkıp senden onu istemez. Çünkü bırak isteyeceklerini görmeyi, seni bile görmez. İstemesi gerektiğinin farkında değildir. O yüzden senin de farkında değildir. Sen belki sürprizler getiren bacadan düşen ve eve giren ama nedense hiç görünmeyen noel baba gibisindir. Belki bir masal kahramanı gibi hayali, hayalet. Varmış ama yokmuş gibi, masalsı. Noel baba bile çok şanslı, en azından masallarda da olsa var olabilmiş, bir varlığı var, kağıtlar üstünde, resimlerde, masallarda, hikayelerin dilinde. Ya ötesi, onun bile varlığa gelememiş hayaletleri, ruhları?


İşte varlığının en ücra köşelerini düşün şimdi.. Bir ruhun var, ve sen ona hayalet muamelesi yapıyorsun, hatta yapmak iyi o da bir ilişki , belki fark etmiyorsun bile. İçinin derinliklerinde varlığından bi haber olduğun varlığının parçası. Ve o parçanın gölgesi sensin. Senin bilincin. Sen onu görmedikçe o varlığını sorguluyor, çünkü o kadar yok ki, gerçekten var mıyım yok muyum dersinde. Onun dualite ile sınavı da bu. Fark edilebilmek, görünebilmek, varlığa dokunabilmek. Kendi karanlığına gölgesine kör noktasına dokunabilmek. Ve onun bu sınavı bizim nereden geldiğini bilmediğimiz ama hissettiğimiz bir açlık duygusu. Bilmem görmem gereken bir şey mi var yoksa merakımız. Ve yarattığı özlem..


Çünkü yaşamadığını var olmadığını sandığımız, ve onu gölgelere attığımız parçalarımız orada öylece duruyor. O parçalarımız da belki kendi varlık yokluğunu sorgulamanın sınavında, ve bizler içten içe yok saydıklarımızın özlemindeyiz. Aslında ölü sandığımız o en uzağımızdaki parçamız orada farklı bir alemde yaşamaya devam ediyor. Bizim yaşam dediğimizden soyutladığımız ve kendi haline bıraktığımız başka bir alemde yaşıyor. İçimizdeki yaşam potansiyelinin ve yaratıcı gücümüzün farkında değiliz. İçimizdeki bilen bilgenin farkında değiliz. İçimizdeki can’ın farkında değiliz.

Bazen bir şarkı, bir resim, bir sanat eseri, bir şey, bir şey gözümüze kulağımıza takılır, görürüz ve o kadar ruhumuza dokunur ki. İşte gizli olanların içimizdekinin yaşadığını hatırlatması bu.


Bu içinden geçtiğimiz ay döngüsü 5-6 gün içinde bitecek. Ve akrep burcunun ilk derecelerinde yeni ay ile başladı, ve Akrep burcunda olduğu için aslında ölüm ve yaşamın iç içe oluşunu, var oluş ve yok oluşun bir arada oluşunu, gördüklerimiz ve görmediklerimizin iç içe oluşunu anlatan bir yeniaydı. Ve sonra dolunay geldi. Uranyen bir dolunay. Boğa burcunda Uranüs ile kavuşumlu bir dolunay. Aslında cadılar bayramı ile örtüşmesi de bu anlamda çok anlamlıydı. Ve dolunaydan bir gün önce olan bir deprem ile yüzleştiklerimiz vardı. Günlerce yıkılmış binada öldüğü zannedilen küçük bir kız olan Ayda vardı. Aslında o kız bina yıkılmadan önce içinde yaşamaya devam ediyordu. Her küçük kız çocuğu gibi. Ve onu çevreleyen binanın yok olmasıyla aslında içinden bir yaşam çıktığına şahit olduk. Bizler belki bunu doğum sevinci gibi algıladık. Sanki o kız daha önce yoktu da şimdi doğmuş gibi, mutluluk verici bir şey olarak sevindik. Ki mutluluk verici bir şey tabiki de. Ama bizim gözlerimizden öyle. O kız için ise, durum daha farklı. Çünkü o zaten yaşıyordu. Ve yaşantısı bir yıkımla form değiştirdi. Bir ölüm yaşadı aslında. Ve yeni bir şekilde hayata devam etti. Biz onun yaşadığını yaşamadık, o yıkımın altında günlerce beklemedik, ve ölümü o şekilde tatmadık. Burdayım yaşıyorum ama yaşamda değilim duygusunu o kız gibi yaşamadık. Belki farkedilecek belki fark edilmeyecek ve karanlıklara daha derinlere gömülecekti. Aslında hem yaşayıp hem ölü olduğun bir boşluk anı. Yerçekimsiz. Ve gerçekten nerede yaşamaya devam edeceğini bilememenin o duygusu. Hiçbir yere ait olmama hali. Ne ölüme ne yaşama. Ve aslında ya yaşama ya da başka bir alemde yaşama. Ve aslında yaşama. Var olmaya. Varım demeye ait olmama hali. Belki de ruhumuzun keşfedilmemiş o en ücra noktalarında doğmayı bekleyen böylesine bir acı vardır. Arada kalmış, ne o tarafta ne bu tarafta, sadece bekleyen, boşlukta.. Çok derin bir yalnızlık duygusu. Aitsizlik duygusu.. Aynı , bir sanatçının bir şey yaratırken hissettiği doğum sancısı gibi bir acı, ya da o kızın tekrar ait olana kadar yaşadığı acı gibi, ya da bizim doğduğuna sevindiğimiz her bebeğin içinden geçtiği acı gibi..


Acıdan bahsetmeyi düşünmemiştim aslında. Ama bu varmış demek ki. En derinde yatan boşlukta asılı duran bir acı bu sanırım. Ruhumuzun en derinlerine unutmak için attığımız acılar mı bunlar? Yok saydığımız, yüzleşmekten kaçtığımız, yaşama çıkmasına izin vermediğimiz acılar. Ve belki de bu gizli korkumuz yüzünden, o derinlerde saklı acının yanında uyuyan sahibi olduğumuz potansiyellerimiz de çıkamıyor beraberinde. Çünkü oranın uyanması demek, acıların da uyanması demek. Ve belki de acıları durdurmak ve boşlukta asılı bırakmak değildir çözüm. Ve eylemin gerekliliği bundan var, çünkü o acının boşluktan çıkması ve artık salınması gerek… Riski yok mu? Var. Eğer acı acıyı doğuracaksa, eylemler acıyı katlayacaksa evet, salınan şey büyüyebilir de. Eğer acıyı saldığımızda eylem haline geçtiğinde yaşam içinde onu büyütmek yerine onu döndürebilmişsek o zaman acıdan güzel şeyler doğurmak mümkün, çünkü acıya sarılı uyuyan bilmediğimiz güzellikler de var… Belki de acıyı sarıp uyutup onu en derinde ustalıkla sakinleştirebilecek kadar güzel bir şey var. O yüzden belki de bu kadar derinde, en derinde, karanlıkta, öz’e bu kadar yakın yerde, hareketle ulaşılması ve hareketle uyandırılması en zor yerde…Bir an acı bedeni morfinle uyutulmuş ve ameliyat masasında yatırılmış olarak hayal ettim..


O yüzden de belki ruhumuzun farkına varmak ve derinlerimizi keşfetmek demek küçük zihnimizi geliştirerek o bilinci yakalayabilmek ve onu zihnimizde görünür yapabilmek olabilir. Belki bu ustalıkla neyin yaşama çıkacağına neyin sadece zihnimizde görüneceğine ve fark edileceğine karar verebiliriz. Neyin daha maddi dünyada canlanacağına neyin sadece farkına varılıp görüleceğine özgürleştirileceğine karar verebiliriz.

Geçen günlerde yazdığım birkaç şey çok anlamlı oldu şimdi. Yaşamayı göze almak…

Yaşamayı göze almak belki de bir ruh için çok cesaret isteyen bir şey olabilir. Çünkü yaşamaya cesaret ettiği şey, yani kendisi, eğer göze alıp yüzleşirse o kadar sonsuz ki. O kadar sonsuz bir potansiyel var ki dualiteye çıkabilecek, ve bunlarla yüzleşebilmek gerçekten cesaret ister. Yaşamayı göze almak cesaret ister. Cesaret ister çünkü uyandırdığı kendisi ile yüzleşmek ve onu kontrol edebilmesi gerekir. Kendini kontrolsüzce yaşadığında yaşama neleri doğuracağını bilmek ve yaşamak çok zor.


Göze almak ile ilgili birkaç notum vardı. Onlar da bağlantılı olduğu için burada dursun:



ree

ree

ree

Ve bunca şeyden sonra asıl gelelim günün konusuna J Astroloji ve günümüzdeki hava durumu :)



ree

Yukarıdaki harita benim geçen gün gözüme takılan bir anın haritası. Şu anki ay döngüsüne ait olduğundan yukarda anlattıklarımdan ayrı bir şey anlatmıyor aslında. Yükseleni haritaya ben baktığım için kendi yükselenimin yönetici gezegeni olan Mars’ımın olduğu derece yaptım.


Bu harita aslında tam bir cadılar bayramı enerjisi taşıyan, Güneş Akrep temasını çok iyi anlatan bir harita. Aslında bir buluşma, karşılaşma haritası. Ve yüzleşme. Farkındalığın seviyesinde yaşayacağın şeyle yüzleşme. Gördüklerinin görmediklerinle buluşma anı. Ve aslında olan ile olmayanın, kadın ile erkeğin, ruh ile bedenin, madde ile maneviyatın, alt bilinç ile üst bilincin, yani dualiteye dair her ne varsa karşıtlıkların birbirini gördüğü nokta. Ve en üst düzeyde belki en dengede olabilme halini tasvir ediyor. Aynı hortumun gözünde olmak gibi. Tüm karşıtlıkların içinde bulunan en üst denge hali. Aslında tam olarak hava elementi olan Kova’nın tarifi de. Bir bakıma, dualitenin içinde olmak ve kaybolmak, bir yerden bir yere sürüklenmek yerine, objektif ve her şeye dışından bakabilme, kuş bakışı olanın içindeki objektif bir bakışı dışardan yakalayabilme halini anlatıyor. Bilinenle bilinmeyenin buluşması olduğundan, hiçbir bilinene tutunmayıp tüm objektifliğinle kimliklerinden sıyrılıp hortumun dışında bir şeye tutunarak onunla sürüklenmek yerine her bir yerine bakabilen merkezinde olabilme denge hali..

Ama işin zor kısmı, aynı zamanda derinlerdeki acıların da görünmesi ve onunla buluşabilir olman, ve ona rağmen yine de dengeyi sürdürebilir misin?


Haritada neredeyse tüm gezegenler doğal karşıtlıklarıyla karşıt açı yaparak buluşuyor. Güneş ve Uranüs kendi doğal karşıtları, Venüs ve Mars kendi doğal karşıtları, Satürn ve Ay kendi doğal karşıtları.


Güneş Akrep burcunda ölüm ve doğumu, kutupların, dualitenin birbirinin içine geçen döngüsünü, ve bu hareketle gelen dönüşümü temsil ediyor. Güneş Akrep’in yöneticisi Mars da Koç burcunda geri gidiyor. Ve Mars aynı zamanda aynı burçta olan Chiron’un da yöneticisi. Bu da demek oluyor ki, Chiron yani kronik acılarımızın Güneş Akrep ile gün yüzüne çıkarılıp kronikleşen ve hatta artık o kadar iyileşemeyecek hale gelmiş olan kangrenleşmiş yaralı yerlerimizin artık yüzleşme için dönüşüm için ameliyat masasına yatırılması demek. Akrep cerrahların burcudur zaten. Mars ise kesip biçmeyi sever. Artık olduğunu bile unuttuğumuz, ruhumuzun derinlerine attığımız, gün yüzüne çıksa dayanılmaz acılar verecek olan acılı parçalarımız hareketsiz en dibimizde çökmüş de olsa hala orada bizden habersiz beklemedeler. Ve Güneş akrep derin suları sever, en derinlere kadar gidip yer altında ne varsa bulup çıkarabilir. İşte o yaraların gün yüzüne çıkma vakti, ameliyat etmek için. Kangrenli kolu uyuşuk halinden çıkarıp iyileştirmeye çabalarsan tüm bedenini sarip acılarla seni öldürebilir. Bazen o kolu kesmek daha hayırlıdır. Böylece yaşam devam eder.


Ve de yaralarımızı bu şekilde iyileştirmek için yapacağımız geri giden Mars ile olan hamlelerimiz aslında bir şeyleri başlatma enerjisi değil, yeniye yer açabilmek için olanı bitirme hamlesidir. Amaç yeni şeyi başlatmak da olsa, ona giden yol bitirmekten geçer. Ve tut ki ısrar ettin ve bitirmedin, yaralarını o şekilde sarıp olan halinle devam etmek istedin. O zaman Mars’ın yani eyleminin karşısında göreceğin şey de o eylemin değeri muhatabı olarak o seviyede bir Venüs olacak. Terazi burcunda Marsın karşıtı Venüs. Dedim ya Akrep enerjisi zıtlıkların birbirine geçen döngüsüdür. Ve marsın hareketi ona uygun Venüs’ü doğurur, ortaya o çıkar. Ne mi? Acısıyla yüzleşmeyip direnen bir Mars eyleminin sonucu olan iyileşemeyen bir ilişki, bir bağlantı, bir buluşma. Yaran nerede ise ne ile ilgiliyse o zaman onunla olan o bağının hayatında temsil ettiği her şeyde. İlişki ise partnerin, ortaklıkların ise ortağın, hayatla olan bağın ise hayatın kendisi. Eyleminin tepki vereceği onu gören her ne ise o. Ve yüzleşmediğin için de, kör topal yaşatmaya çalıştığın için de, olacak olan şu. Venüs Terazi dengesizliği. Mars’ın dengesizliği yüzünden Venüs’ün dengesizliği. Ve Venüs de Boğa’daki Uranüs’ün yöneticisi ve ayrıca o Uranüs Akrep’deki Güneş’in de tam karşıtı. İşte dönüşümü seçmeyen ve marsı yanlış kullanan Akrepin kendi zehriyle kendini sokması böyle bir şey. Uranüs ile mars’ın bedeli Boğa’da ani yıkım olarak kendini gösterir. Yani cesaret edemediğin dönüşüm sana Uranüs Boğa yani görünen alanda toprak tabiatında elle gözle görünür şekilde aniden Uranyen bir şekilde yıkım olarak Venüs aracılığyla görünür. Yaptığın her hareketin karşılığı neyse onu bulursun.

Acıyı yok etmezsen acı seni karşı taraftan ani bir yıkımla bulur.


Olur da Güneş akrep olarak yer altına inip görünmeyenleri aydınlatıp dönüştürmek istersen ve orada acılarını keşfedersen, ve Mars’ın ile o acıyı ameliyat edersen ve iyileşmeyeni bitirirsen, o an sana çok zor ve bir nevi ölüm gibi gelse de, acı yok olduğunda karşılığında Venüs’ten de sana bir acı gelmez. Hatta bu sefer Mars’ın bitirdiğinden bir Venüs doğar, terazi burcunda, Mars’ın denginde olan her ne ise. Ve bu Boğa’da yani toprakta bulacağın bir aydınlanış gibidir. Çünkü Uranüs ile bir farkındalık kazanır ve onu gün yüzüne çıkartmış olursun. Venüs aracılığıyla.

Hani sanki geçen yaşadığımız depremde yaralı olan bazı evlerin şifalandırılmadığı için yıkıldığında içinden doğabilecek Venüs potansiyelinin kurtarılan küçük bir kızda saklı olması gibi.. Yıkımın acı şekilde gerçekleşmesi kötüydü. Keşke bu şekilde radikal bir eylemle gerçekleşmek zorunda kalmasaydı. Keşke daha önce o binalar gitmiş olsaydı ve topraktan çıkan tek Venüs potansiyeli küçük bir kızla kalmasaydı. Çünkü o zaten yaşıyordu, ve canını kurtardığına sevinebildik sadece. Oysa vakti geldiğinde gitmesi gerekene direnmemek gerek. Yoksa binalar gibi başımıza yıkılabilir ve canımızı kurtardığımıza şükrederiz.


Peki bu Akreple gelen dönüşüm yeni miydi ki? Hayır. Uzun zamandır Oğlak’ta Jüpiter Satürn ve Pluto dönüşümü tetikliyorlardı. Pluto burada aslında Satürn ve Jüpiter’in Oğlak burcundaki dönüşümüne sebep olan gezegen. Oğlak burcu bizim gözle görebildiğimiz üst sınırlarımızı ve çizgilerimizi görünen toplum düzeyinde alanımızı medeniyetimizi gösterir. Ve burada bir dönüşüm süreci Pluto ile başlamıştı zaten.

Bize sürekli burada toprak elementinde yani gördüklerimiz alanında bir dönüşüm gerektiğini bize Pluto gösteriyordu, ve hatta zorluyordu. Burada aslında biraz daha temele inmem gerek bir şey anlatmak için.

Satürn inşa eden demektir. Temelden başlayıp yavaş da olsa yükselerek bir iskelet oluşturmak, bir bina oluşturmak, bir süreç oluşturmak demektir. Aynen medeniyet oluşturmak, ve yaşam için gördüğümüz şehirlerin binaların her türlü maddi ve sürece dayalı inşaattan sorumlu. Ama bu inşaa süreci Satürn ile başlamıyor tabiki de. Bir şeyi inşa edileceği zaman bu bir süreç olan bir program da olsa, bir bina da olsa, bir şehir de olsa, bir model gerektirir. Bir taslak, proje oluşturmadan yapılan inşaatlar uzun süreli olamaz ve her an yıkılabilir. Eğer o süreç, inşaat bir akla sahip değilse sürekliliğini koruyamaz. O yüzden aslında bir şeyim sağlamlığı sanki Satürn’den geliyormuş gibi görünse de fikir babası aslında Jüpiter’dir. Çünkü her oluşum önce düşüncede başlar. Hayal edersin, planlamak istersin ve araştırırsın, üstüne daha derin ve usta fikirler geliştirip onu zenginleştirirsin, ve farklı belki bilmediğin uzmanlıkları, kültürleri, insanların fikirleri gibi senin dışında olan düşünceleri, bilgileri de hesaba katıp kendininkilerle sentezleyerek bir formül yaratırsın. Bir model, kalıp oluşur. Aynen betonu kalıba döküp inşaat malzemesini çıkartmak gibi Jüpiter kalıbı Satürn de beton maddesini ifade eder diyebiliriz. Satürn önüne ne gelmişse, proje ne ise onu alır ve yapar. Onun ustalığı işini iyi yapması, ne görev geldiyse onu tezahür ettirmesidir. İşte o yüzden karmayı temsil eder ya. Çünkü karma dediğin de aslında sende gömülü olan soyut kalıpların fırsatını bulduğunda tezahür edilerek yaşamına canlanması ve kendini göstermesidir. Satürn eline gelen proje neyse gerçeğe dönüştürür. O yüzden elimizdeki kalıplar, sentezlediklerimiz önemlidir. Çünkü onlar belli bilgi seviyesinde alınmış dersler gibidir, belki iyi belki kötü ve sentez edilmiş kompleks bilgiler yumağıdır. İster buna sen bir ilacın formülü de, ister bir matematik denklemi de, ister beton için bir kalıp de, ister DNA’na işlemiş bilgi kalıpları de. Ve işte Jüpiter böyledir. Mesela inançlarımız. İnançlar hayatımızı şekillendiren düşünce kalıplarıdır. Aslında tamamı bize ait değildir, ama biz bize ait düşüncelerimizle o inanç kalıbına kendi sübjektif açımızdan bağlanıp kendi inanç kalıbımızı sentezleriz ve onu yaşatırız. O yüzden aslında herkesin dini inancı aslında kendinedir. Kimseninki birbirine tutmaz. Ama içindeki bilginin çoğunun sahibi kendimiz de değilizdir bu arada. Ve ona bağlanarak kendimizin gibi sahiplenir onun yaşamda canlanmasına izin veririz.

Şu an toplumda gördüğümüz Oğlak burcunu temsil eden tüm oluşmuş Satürnyen oluşumlar, ve görünen tüm fikir kalıpları, inançlar Pluto ile dönüşüme maruz kalıyor. Bunlar oğlak burcunda olduğu için aslında bizim kompleks kalıplarımızın hayatta görünen alanlara taşınmış halini ifade ediyor. Ve buradaki dönüşümler o yüzden gözle görünüyor ve insanları rahatsız ediyor. Görünmemeleri imkansız. Ve hatta oğlakta olduğu için sahip olduğumuz fikir kalıplarımızın, inançlarımızın, hayata bakış açımızın, görüşlerimizin sınırları zorlanıyor. Yıkılmalı mı esnetilmeli mi? Devam etmeli mi etmemeli mi? Bitmeli mi bitmemeli mi? Dönüşüm ne şekilde gerçekleşmeli?


Aslında benim baktığım anda Ay da Satürn’e ve de Jüpiter’e de karşıt açıda. O anda Mc’de duran Neptün Balık burcu var. Ve hatta aslında Ay-Güneş-Neptün su üçgeni açı kalıbında diyebiliriz de.

Ve Ay Satürn’e karşıt yaptığında aslında bu karşıtlık Ay-Jüpiter karşıtlığını da Satürn Jüpiteri yönettiği için yönetiyor. Eğer Satürn karşıtındaki Ay’ı yani gölgesini görmezden gelmez ise, o zaman su üçgeninin temsil ettiği konuyu da görmezden gelmeyebilir. Güneş Akrep ile dönüşüm teması ve Satürn’ün altında olan Pluto ile Neptün Balık ile bilinmeyene teslimiyet ve Satürn’ün altında olan Jüpiter. Pluto-Jüpiter kavuşumu ile aslında o an su üçgeni de tetikleniyor ve dönüşüme ve bilinmeyene teslimiyeti anlatıyor. Diyor ki görürsen Satürn sen hepsini yöneterek su üçgeni dahilinde gölgendeki Ay’ı da görmüş ve Yengeç burcunda bir yaşam olabileceğini idrak etmiş olabilirsin. Dönüşüm ve teslimiyetin yengeçte yaşamın devam edeceği bilgisi bu. Satürn Jüpiter ve Pluto’yu yöneterek aslında gölgesinde bir su üçgeni çalıştırıyor. Ve bu Satürn Ay karşıtlığının t kare olduğunu ve Merkür apeksine enerjinin aktığını görüyoruz. Demek ki Merkür burada büyük rol oynuyor. Eğer Satürn Ay karşıtlığı birbirini görüyorsa ve nasıl görüyorsa o kalitede bir Terazi Merkür çalışacak. Terazi hava elementinde dengeyi ifade ediyor. Ayrıca Merkür Venüs’ün denetiminde, ki o da zaten görmemiz gereken gizli potansiyeli gösteriyor, ve hatta uyumu ve denge ile nasıl karşıtlığımızla ve göremediğimizle bağ kuracağımızı, ona nasıl bağlanacağımızı. Ve Venüs de Uranüs’ün denetiminde. İşte Hava elementi olan Terazideki Merkür’ün dengede olması aslında Uranüs’ün olumlu ifadede farkındalık çıkartacağını anlatır. Yani Güneş’in Akrep’teki dönüşümü ile göreceği Uranüs üst aklı farkındalığı aslında Terazi’deki Merkür ile de alakalı. Ve bunların hepsi de Satürn’ün idaresine bakıyor, ki o da çalışan su üçgeni ile alakalı. Yani Üst akıldan Uranüs’ten gelebilecek her bilgi, henüz bilinmeyenin aydınlanabilmesi, bilinmeyenle bilinenin buluşabilmesi için içimize dönmemiz ve ruhumuzu dinlememiz gereken ve dengeli bir akılla süreci yönetmemiz gereken bir zaman. Çünkü harita anı, potansiyeller vaad eden bir buluşma anı haritası. Aklının dengesi seviyesinde alacaklarının daha üst akıldan olabileceği. Ektiğini biçeceğin, dönüşebilme gücünde bitirebildiğin kadarında başlatabileceğin, teslim olabildiğin ve kendinden verebildiğin oranda alabileceğin, yeniye eskiyi bırakarak varabileceğin bir buluşma haritası. Sanki kendinin kendine samimiyetle bakabilmesi için bir fırsat, çünkü kapılar açık. Ve her eylem ait olduğu yere gidecek, ve sonuçlarını alacak. Her şeyin dengini bulacağı, eylemlerinin karşılığını alacağın bir anın haritası. Verebildiğin kadarını alabileceğin, kapasitenin karşılığını bulacağın bir an.. Bir buluşma ve bu buluşmada karma mı çalışacak özgür irade mi?


Aslında bildiğin neye kabulsün diye soran bir gökyüzü var. Ne kadar teslimsin. Ne kadar Pluto’sun, ne kadar içinle dışını döndürebiliyorsun, ne kadar zihnin bu döngüde dengede kalabilir. Ve ne kadar acılarını görmeye cesaretin var. Çünkü Chiron Koç’ta ve mars ile tüm eylemlerinde, tüm dönüşebilme eylemlerinde ortaya çıkacak, ve belki en derindeki yaralarını kesip atmak ve bırakmak için güzel bir fırsat… Şimdi değilse ne zaman?

 
 
 

Yorumlar


© 2023 by The Artifact. Proudly created with Wix.com

bottom of page