top of page

İnciyi ararken

  • Yazarın fotoğrafı: Hande G
    Hande G
  • 9 Ağu 2019
  • 7 dakikada okunur

Bugün yine birkaç konunun birbirine geçtiği bir yazı yazacağım. Ne yazacağımı biliyorum az çok, çünkü bu 2. Baskı çoğu zamanki gibi. Yaşam tarzım nedeniyle yazı yazmaya çok fazla zaman ayıramıyorum ve oturduğumda bir an önce yazıp bitirmem gerekiyor. O yüzden genelde günlük işler yaparken, araba kullanırken, yemek yerken, duş alırken vs. kafamda yazıyorum önce. Ve aslında hep yaptığım bir şey iken bu, şimdi hatırlayabilmek için düşündüklerimi daha odaklı düşünmeye başladım ki yazacaklarımı unutmayayım. Eskiden gelip geçen düşüncelerimin içinde öylesine bakındığım dağınık bir zihnim vardı, oysa şimdi sırf zamanım yok diye her anımı, düşündüklerimi kontrolüm altında tutmayı öğreniyorum. Bazen olumsuz şartlar insana iyi gelebiliyor demek ki…

Eskiden yazdığım bir yazı vardı. Chiron, yaralı şifacı ile ilgiliydi. Aslında bir astreoid olmakla birlikte mitolojiden astrolojiye önemli bir anlamı var. Kendisi ölümsüz yaralı bir şifacı, öğretmen, usta. Ölümsüz olup da sonsuz acılar ile sürekli yaşamak zor olsa gerek. Bu bana bu aralar daha da tanıdık geliyor. Bir süredir yoga yapıyorum ve bu son 1 ayımı daha çok kendi başıma yaptığım pratiklere ayırmak istedim. Ve buradaki niyetim aslında kendi ihtiyaçlarımı kendi başıma duyabilmek ve derinleşmem gereken yerlerde derinleşebilmekti. Ve bu aralar canım çok yanıyor. Aslında son 1-2 aydır yanıyor ama özellikle son 1 aydır ciddi ciddi yanıyor ve kendimi Chiron’a benzetip acılarla sürekli yaşamaya mahkum gibi hissediyorum. İşin enteresan yanı her ne kadar pratik yaparsan yap ve geliş, esne vs. bir varış noktası olmadığı için oldum bitti artık rahat olacağım gibi bir durum yok gibi, sürekli biraz daha olanı aşma ve acı çekme devam ediyor. Aslında hissettiğim şu ki, bedenim bir yandan yıkıma uğruyor bir yandan yeniden yapılanıyor.

Zaten yaşamak da böyle değil mi, hücreler çoğalıyor, bazıları yaralanıp ölüyor, bazıları yavaş yavaş ölüyor, bazıları yenileniyor, zaman geçiyor ve bir bakmışsın böyle giderken yaşlanmışsın ve bir gün ölmüşsün. Ve her geçen yıllar yaşlandıkça tecrübeler seni daha da bilgeliğe(belki) yaklaştırmış, bir şeyler öğrenmişsin vs. O yüzden sanırım tüm bilgeler, ustalar vs. nedense hep ak sakallı, beyaz saçlı. Yaşlılık bilgelik demek ise tabi. Ya da ne kadar deneyim o kadar tahsilli, öğrenim geçirmiş demek ise. Tabi bunlar sembolik aslında. Burada görmek gereken şey şu ki doğal veya kontrollü bilinçli olarak, insan kendini yıkabiliyorsa ve yeniden yenileyebiliyorsa bir deneyim bir bilgi ediniyor. Yani eğer bir insan ister doğal zaman çarkında yürüsün ve yavaş yavaş dönüşsün, ister kendi zamanını yaratsın kendini döndürsün, bir dönüşümden geçmek ve bilgeleşmek için sürekli kendini yaralayıp şifalandıran bir Chiron gibi aslında. O yüzden işte bu yıkımın bu yaranın bu acının ve bu şifalanmanın bir sonu yok, yıkılacak bir şey var olduğu sürece şifalanma da olacak ve bu dönüşüm devam edecek. O yüzden bu acı ölümsüz gibi. Ne ironik ki biz ölümlüler için sonsuz, ölümsüz bir acı ve şifalanma bahşedilmiş. Ve Chiron’un ölümsüzlükten vazgeçip ölümlü olmaya karar verdiği ve acılarına son verdiği an aslında bir anlamda gerçek ölümsüzlüğü seçtiği an değil mi? Biz insanlar hepimiz acı çekmeye devam edeceğiz ve bunu kabul etmek zorundayız.

Her sabah bir öncekinden daha çok zorlanıyorum mata geldiğimde, çünkü bedenim (ya da zihnim?) biliyor ki yine bir şeyler yıkılacak bugün ve acıyacak. Her gün başlarken daha zor oluyor, daha dünkünün acısı bile çıkmamışken ama ısınınca daha kolay oluyor ne komik. Yogayı aslında hızlandırılmış bir insan yaşam deneyimi gibi görüyorum artık. Bedenimin ince ince yıkıldığını hissediyorum, inşa olanları henüz net hissedemesem de :) Aslında bu aralar beni zorlayanın ne olduğunu biliyorum. Bedenimde belki de en katı sert olan yerlerimden biri olan, kemikleşmiş bir yapı, kaburgalarım…İnsanın belki de en zor değişebilecek yapısı kemik dokusu olsa gerek. Esnetsen zor, ya çatlar ya kırılır. Kaslar ise evet acısa bile zamanla değişiyorlar. Kas ağrılarımın çok engel olduğunu söyleyemem, ama göğüs kafesim, o kemikten kafesimin sağ tarafı şu an beni (yani oradaki kaslarımı aslında) çok zorluyor. Evet, bıçak kemiğe dayandı derler ya aynen öyle.

Astrolojik olarak Chiron Satürn ile Uranüs arasında gidip geliyor. Satürn bir nevi yapıları, iskeleti ifade ediyor. Aynı zamanda zamanı, bilineni, en son sınırını ifade ediyor. Aynı bedenimizdeki kemikler ve iskeletimiz gibi. Uzun çağların nesillerin birikimi genetik yapımız, ve en sert yerlerimiz kemiklerimiz bizim zor değişen yapımız, iskeletimiz. Kilo alabilirim, verebilirim, bedenimi şeklen o şekilde değiştirebilirim, ama kemiklerimi değiştiremem. Ve göğüs kafesim. Ne ilginç ki en korunmaya muhtaç ve yumuşak ve önemli dokular olan kalp ve akciğerleri korumak için oluşmuş bir kafes, tabiki de zor kırılmalı veya değişmeli. Ya peki kapasitesi? Ya bir gün ben göğsüme alacağım nefesi arttırmak istersem? Ya nefesim artmak isterse, ya kalbim daha da büyümek isterse? İşte zorlandığım nokta burada. Çok köklerde bir yerde göğsüme alabileceklerimin kapasitesi belirlenmiş ve benim onu büyütmek istemem çok acı veriyor olabilir bana. Aklıma yaşadığım bir şey geldi.

Geçen sene yazın başında yogaya başlama teşebbüsüm olduğunda 2 hafta kadar derslere katılmıştım. Belki 2 belki 3. dersti hatırlamıyorum. Dersin sonunda ceset duruşunda uzanmış duruyordum ve bazen olur :) gözlerimi kapadığımda yine mekansız ve bedensiz öylece boşlukta asılı hissederken ilk defa çok farklı bir şey yaşadım. 2 ihtimal vardı. Ya çok yorulmuştum ve kalp çarpıntısı vs. bişi yaşıyordum ya da kocaman devasa kanatları olan bir kuş gibi bir şeydim ve uçuyormuşum gibi her kanat çırpışımda yükselip alçalarak kalp gibi atıyordum. O zamanlar bir kuş olduğumu varsaymayı tercih etmiştim ama şimdi sanırım biliyorum ki aslında olan şey sadece kalp çakram idi ve atıyordu. Belki de büyümek istiyordu ve ben anlamadım, büyümesine de olanak sunmadım galiba...

Şimdi ise sevme kapasitemi arttırmak istiyorum ve kafesim zorlanıyor biliyorum. En çok da kendimi sevme kapasitem zorlanıyor. Ve fiziksel olarak bakıldığında kafesimi zorlayan durumun geldiği yer benim ters duruş hareketi olan handstand çalışıyor olmamdı. Kendimi tersime çevirip tüm bedenimi düşmeden dengede taşıyabilmeye çalışmak ile kendimi dünyam tersine bile dönse her ne olursam olayım olduğum halimle her şartta koşulsuz sevebilmek arasında ne fark var? Hareket sırtımdaki kaburgaları ve kaslarını zorluyor, kalp ve nefes alma kapasitem de onu kaplayıp koruyan ama sınırlayan kafesi zorluyor. Olan bu aslında bence. Dünya bana normal olanın bu olduğu öğretildiği ayaklarımın üzerinde yürümeyi öğretmiş de olsa ben kendimi her türlü yürürken ister ayaklarımla ister ellerimle yeter ki tüm bedenimi dilediğimce normal bir şey gibi taşıyarak sevebilir miyim?

Ve Chiron’a dönecek olursak, evet Satürn ile Uranüs arasında gidip geliyor. Yani bilinen iskelet yapısı ve son sınır ile Uranüs yani bilinenin ötesi ve sınırların yıkıldığı yer arasında gidip geliyor Chiron. Uranüs ani aydınlanmayı, yıldırımları, depremleri, ani yıkımları ve felaketleri ifade eder. Felaket diyoruz çünkü düşünsene bildiğin ne varsa hepsi yıkılıyor, temellerin sarsılıyor, bu felaket gibi değil mi….İşte Chiron böyle yapıyor. Bir sahip olduğu bildiği temel var iken Uranüs’e doğru adım attığı an temellerini ve bilinenleri terk etmek zorunda kalıyor. Yani düşünsene bir deprem oluyor ve sen orayı terk etmek zorunda kalıyorsun. Bedeninde bir şeyler yıkılıyor ve gidiyor, sen bilemediğin yenilerini inşa etmek zorunda kalıyorsun. Ve Chiron bir eskiye bir yeniye böyle gidip geliyor, zigzaglar çiziyor. Sonsuza kadar :)))) Muradına erene kadar….Ölümsüz yaralı Chiron…

Ama düşünüyorum. Neden? Neden yapıyorum ki diye bazen. Aslında düşünüyordum. Şimdi biliyorum. Çünkü ben böyleyim. Kendimi böyle kabul ediyorum. Kendim olduğunu bildiğim şeyleri kabul ediyorum ve yargılamıyorum artık. Herkesle aynı zevklere, ilgilere sahip olmadığımı biliyorum. Kendimi tüm garipliklerimle kabul ediyorum ve yargılamıyorum artık. Ve hatta kendim olduğumu düşündüklerimi düşünmekten öteye gitmem gerek ve keşfetmem gerek, bulmam gerek belki de.

Bir inci düşün. İnciler hep değerlidir. Bazı insanlar vardır çok iyi dalgıçtırlar ve denizlerin diplerine dalıp istiridye kabukları ararlar, içlerinde inci bulabilmek için. Bazı insanlar vardır, nefeslerini o kadar tutamazlar ve dalamazlar, belki korkarlar ve denizin üstünde yüzmekle yetinirler. Bazı insanlar vardır deniz kenarında yürümeye bayılırlar, ayaklarının karadayken ıslanmasından keyif alırlar ve güzel renkli taşlar toplarlar. Şanslılarsa belki parlak renkli taşlar bulurlar. Bazı insanlar vardır denize bile uğramazlar, başka zevkleri vardır keyif aldıkları. Bazı insanlar vardır değerli bir şeylere sahip olmak isterler, parasıyla gider inci kolyeler, küpeler alırlar. Herkesin zevk aldıkları, oldukları, değerli buldukları ve bunun için verdikleri çabalar hep farklı.

Ben denizi hep sevdim. Her nereye gitsem ilk yaptığım şey denize bir merhaba demek oldu. Deniz kenarında yürümeyi hep sevdim. Dalgaları dinlemeyi, köpük seslerini, çıplak ayakla deniz kenarında yürümeyi ya da sadece seyretmeyi, güzel taşlar toplamayı ve denize atmayı. Yüzmeyi hep sevdim…

Tüm deniz aşkıma rağmen tek bir korkum vardı denizle ilgili. O da yalnız başıma derin karanlık sularda yüzmek. Çünkü deniz demek benim için başka bir dünya demek, ait olmadığım bir dünya. Ben kara dünyasının bir insanıyım, burası benim aşina olduğum bildiğim bir yer, oysa denizde olmak demek o deniz dünyasının canlılarıyla birlikte olmak demekti ve o dünya hayalimde o kadar genişti ki kendimi o dünyaya dalarsam içinde ait olmadığım yerde savunmasız ve aciz hissedecektim. İçindeki tüm güzelliklerinin yanında tüm vahşiliği ve acımasızlığı da barındırdığı bir dünyaya öylece dalmak ve yalnız başıma içinde yüzme fikri bana hep korkutucu geldi. Aslında içinde yüzdüğüm o anlattığım şey denizin kendisi olduğu kadar benim hayal dünyam ve zihnimin de ta kendisi idi. Sonsuz ya da bilinmeyen olasılıkların verdiği o güzel heyecan ve korku birbirine geçebiliyor. Aslında beklenti içinde olmak yok belki, tam tersine beklentisizliğin neler getirebileceğinin korkusu belki de. Bir nevi kontrol etme isteği. Sonuçları kontrol etme isteği. Ya da garanticilik? Ölüm korkusu? Yok olma korkusu? Ya da sadece bilmeme korkusu ve bilmediğinde ne yapacağını bilmeme korkusu… Maalesef değerli güzel şeyler riske girmeden elde edilemiyor. Eğer suya dalıp incileri çıkartmaya korkuyorsan o zaman para kazanıp gidip dükkândan risksiz bir şekilde başkalarının çıkardıklarını satın alabilir, sahiplenebilirsin.

Her şeyi bilmek zorunda olmadığımı biliyorum, ya bilmediklerim :) Ama yine de artık dalmak fikri eskisi kadar korkutucu gelmiyor. Çünkü değerli olanın ne olabileceğini bilsem de, önemli olan başka bir şey daha keşfettim. Dedim ya, herkesin zevk aldıkları, oldukları, değerli buldukları ve bunun için verdikleri çabalar hep farklı. Sahip olmaktan öte, bunu bu hayatta nasıl yaşayacağım, bunun için nasıl çaba göstereceğim ve kendim olarak bunu nasıl deneyimleyeceğim önemli olan. Yoksa biliyorum ki o inciler bu benim hayatım bitince geride kalacaklar ve başkaları için parlamaya devam edecekler. İnciler kalacak zaman ise kaybolacak…

Ve şimdi, dalmak için önce nefesimi güçlendirmem gerek. Göğüs kafesimi genişletmem gerek. Kalbimi yeni olasılıklarıma açmam gerek. Denizi ve doğasını kendi olduğu halini kendim için değiştiremem, onu olduğu gibi kabul edebilirim sadece ama kendimi değiştirebilirim ve o denize yalnız dalabilirim. Artık inci mi bulurum köpek balığı mı bulurum ya da o beni bulur görücez :)))

 
 
 

Comments


© 2023 by The Artifact. Proudly created with Wix.com

bottom of page